Elif UZAK


Ölümü Öldürebilen Var mı? Ölüm Mutlak Değil mi?

Ölümü Öldürebilen Var mı? Ölüm Mutlak Değil mi?


Bu sabah Babamın Teyzesinin vefat haberiyle uyandım. Rüyamda da benzer şeyler görmenin etkisiyle babamın yanına koştuğumda çaresiz bir şekilde ağlıyordu. İşte böyle anlar benim kendimi en çaresiz hissettiğim zaman dilimleridir. Sevdiğim, kıymet verdiğim insanların çaresiz kaldıkları an kelimeler kifayetsiz kalır ve sessizliğe bulanırım. Şimdilerde ortalarda mutlak mutluluk türküleri söyleyen, her insan ve her durum için ebedi mutluluğu vaat eden insanlar size soruyorum. Böyle bir duyguyu hangi teknik, hangi egzersiz, hangi özlü söz dindirebilir. Söyleyin hangi nefes alışverişi, ağlamaları gülmeye çevirebilir. Efendimizin (s.a.v) dediği gibi ”Kalp hüzünlenir, göz yaşarır.”…

Sorarım içinde bulunduğumuz yüzyılda çeşitli çalışmalar ve keşifler yapan hangi bilim insanı ölümü öldürebilmiş?

Şair:
“Okuyorum hayatı,
Toprağın üstünden çok
Altındakilerle var olduğunu
Toprak
Ölüme aç
Ölüme muhtaç
Hayat
Ölüm muhakkak
Ve ölüm mutlak
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün
Ölümle tanıştıktan sonra anladım
Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın.”

Derken, aslında günümüzün tüm haz endeksli dayatmalarına hakikati bir tokat gibi çarpıyor. Olumsuz olay ve durumları ifade etmenin hata olduğunu savunan düşünce aslında acımızı, hüznümüzü, kederimizi ve yaralarımızı parselleyerek hislerimize bir fiyat biçiyor. Tam da bu noktada gönlümün çırpınışına yetişiyor.

C.Zarifoğlu :
“Acını yaşa 
Öfkeni de yaşa
Ve seyret
Kendini sakın bastırma
Öyle su üstünde akan yaprağa bakar gibi bak
Uzanıp onu almaya kalkışma
Kendini suçlama, başkalarını da suçlama
Olacak olandan kaçınamazsın
O yüzden hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan, bastırdığı duygunun esiri olur.”

Sözleriyle ölüden fayda gelmez diyenlere nispeten derdime derman oluveriyor. Bir dostu, bir canı, dertdaş, hisdaş ve gönüldaşı olmalı insanın. Sevinçlerinde olduğu gibi yaralarına da kardeş olabilmeli, hiç korkmadan anlatmalı, gözünün dilini bilmeli. Yoksa acısı karşısında güçlü durma telaşına düşenler bu his ve duyguyu en ufak bir durumda yüksek bir dağdan kopup gelen küçük bir kar topu gibi çığ içinde yaşarlar. Hep şirin, hep güleç, hep güçlü, hep yenilmez, hep huzur içinde olamaz insan. Kapitalist pazar ekonomisinin bugün yediden yetmişe her kesimden insana hayatın temel unsurunun eğlence olduğunu kanıksatması insanlık olarak nasıl bir felaketin içinde debelenip durduğumuzu en net şekilde gözler önüne seriyor. Yine zarif şairin deyimiyle 'Biliyor musunuz ben bu çağdan nefret ederim. Etimle, kemiğimle, hücrelerimle nefret ederim. Makina, makinanın o korkunç dişlileri nasıl kemirir canımı. Bir bilseniz  bir bilseniz. Nasıl ezilir, nasıl susarım. Bir kayanın, bir bitkiye bir canlıya örneğin üzerindeki bir karıncaya yabancılaştığını düşündünüz mü hiç? Bir çağı kabullenip “ben' le (yaşadığıma göre kabullenmişim demek) o içimdeki arasında böyle bir ayrıntı var. O ikisi birbirine öyle yabancı ki .. ' Sırf asrın insanı gibi eğlenebilmek ve modernitenin ateşten çemberinde yer edinebilme tasası içinde kim bilir kaç kişi kendi ruhuna yabancılaşıyor…kim bilir.. Hislerimin düzlem aynadaki simetrisi olarak nitelendirdiğim kıymetli insan Kemal Sayar, insanın sadece kendi tatmini peşinde koşmasını öğütleyen bu yaklaşımın ürününü bakın nasıl ele alıyor. ”Televizyon başında saçma sapan yarışma programları karşısında heyecanlanıyor, kendimizden geçiyoruz. Pazar kahvaltıları, paket turlar ve gelişen damak tatlarımızla giderek “yaşantı oburu” haline geliyor ve ancak yeni heyecanlarla hayata tutunabileceğimizi düşünüyoruz. Bize heyecan sağlayabilecek yaşantılar tükendikçe kendimizi iyi hissetmek için legal ve illegal ilaçlara sığınıyoruz. Bu değer sisteminde öteki insanlar kendi kişisel kazançlarımız için istismar edilmesi veya kullanılması gereken nesnelere dönüşüyor ve sosyal ilişkilerde güven aşınıyor.” Bütün insanlara karşı gardını almış, hedonizm kültüründe gelişen narsist bir toplumda kendi mutluluğu için her an yarışmak ve savaşmak için hazır bulunan bireyler haline geliyoruz. Böyle bir zeminde gözyaşlarını silebilecek, derdini ekmek gibi bölüşebilecek, feda etmenin en büyük kar olduğunu hissedebilecek, sarıldı mı sözsüz kelamsız kavrayabilecek, rantsal dönüşüme maruz kalmamış veyahut bu mücadeleden inancının gücüyle sağlam çıkmış taze dipdiri yüreklere ihtiyaç var. Yine Kemal Sayar’ın dediği gibi “Arzularımızın hemen tatmin bulduğu sabır ve kanaatin unutulduğu bir iklimde büyüyemeyiz. Ruhsal olgunluk için bir tutam acı, emek ve gözyaşı gerekir. Nefsinden feragat etmeyi bilmeyen kişi kemalat dairesinden içeri adım atamaz.”

Velhasılıkelam ;
“Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi, dilsiz dudaksız sözü can gerek anlayası…”