Ayşegül Büşra ÇALIK


Küreselleşme Aldatmacası

Küreselleşme Aldatmacası


Özet

Bu çalışma, yaklaşık otuz yıldır hayatımızda var olan, sosyal, siyasi ve özellikle iktisadi birçok alanda etkisi inkâr edilemez derecede önem arz eden, yalnızca birkaç ülkeyi değil, dünya coğrafyasındaki hemen hemen her ülkeyi olumlu ya da olumsuz yönleriyle oldukça alakadar eden küreselleşme olayının tesirleriyle ilgili niceliksel ve niteliksel bir değerlendirmede bulunma amacı taşımaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve IMF’nin bu sürecin baş aktörleri olduğu hatırda tutularak, yeni dünya düzenine şuursuzca teslim olunmaması, ama bir yandan da bunun kaçınılmaz bir vaka olduğunun farkına varılması, bu vakanın etkilerinden olumsuz yönde etkilenmemek için birtakım tedbirlerin alınması, aynı zamanda küreselleşen dünyanın nimetlerinden, doğru ve verimli bir şekilde istifade etmek için bazı politikalar ve stratejiler oluşturulması gerektiği hususlarına değinilmiştir.


Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği, Milli Politikalar

Abstract

This study aims to quantitively and qualitatively assess the impacts of globalization which undeniably affect not only a few countries but also almost every countries in the world either positively or negatively in social, political and especially financial fields for almost 30 years.

In this assessment, it has been mentioned not to be surrendered to new world order senselessly but also to realize that it is an inevitable case and some measures should be taken in order not to be affected from it negatively and also some policies and strategies should be developed in order to benefit from globalized world correctly and efficiently by bearing in mind that World Bank, European Union and IMF are the leading actors in this process.

Key Words: Globalization, New World Order, World Bank, IMF, European Union, National Policies

GİRİŞ

Küreselleşme, özellikle son otuz yıldır artan bir ivme ile dünya ekonomik ve siyasi ilişkilerini şekillendiren bir kavram olarak hayatımıza girdi. Soğuk savaş sonrası, tek kutuplu yeni dünya düzeninin kurulmasının ancak küreselleşme ile mümkün olabileceği, gelişmiş ülkeler tarafından dünyaya kabul ettirilmeye çalışıldı. Gelişmiş ülkelerin oluşturduğu merkez; küreselleşme olgusuna karşı çıkmanın çağın dışında kalmak demek olduğunu, sisteme uyum sağlamayanların teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni sistemden dışlanacağını, medyanın bütün unsurlarını kullanarak dünyaya ilan ettiler.

Küreselleşme olayının masumiyetine ve zararsızlığına dünyayı inandırmak için birçok ifade kullanıldı. Sınırları ortadan kaldırarak bütün dünyanın serbest dolaşım hakkına kavuşmasını sağlamak ve dünyayı küçülterek insanları birbirlerine daha fazla yaklaştırmak gibi vaatler de bu ifadeler arasındaydı. Oluşturulacak ortak pazarlarla fakirliğin insanlığın kaderi olmaktan çıkarılması da bir slogan haline getirildi. Fakat küreselleşmenin, gündemimize yerleşmeye başladığı 1980’li yılların başlarından itibaren geçen otuz yıllık sürede, çizilen tablonun aksine, gelişmiş ülkelerin gelirleri ve refah seviyeleri artarken, ‘çevre’ olarak tanımlanan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gelirleri reel olarak gerilere gitti. ‘Merkez’ zenginleşirken, çevre daha fazla fakirleşmeye başladı. Küreselleşmenin yarattığı gelir adaletsizliği giderek büyüdü. Uluslararası şirketlerin sayısı hızla artmaya, çok uluslu şirketler az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin mali ve siyasi yapılarına daha fazla nüfuz etmeye, ABD doları milli paraların yerini almaya, bir ülkede yaşanan finansal kriz, gecikmeksizin bütün dünyaya yayılmaya başlarken, üretimin azaldığı hatta durakladığı ülkelerde,  işsizlik de önemli boyutlarda artma eğilimi gösterdi.

1-Küreselleşmenin Yansımaları


Küreselleşmenin yansımaları sadece dünyayı iktisadi olarak değil, aynı zamanda kültürel manada da etkiledi. Öyle ki, küresel kültür adı altında farklı kültürler, milli kültürlerin yerini almaya başladı.  Alt kimliklerin ön plana çıkması neticesi, etnik çatışmalar, dini ve aşırı milliyetçi akımlar artmaya, ulus-devletlerin yapısı zayıflamaya başladı. Özellikle batı kültürünün diğer kültürler üzerindeki hegemonyası sonrası, gelişmekte olan ülkeler bu kültürleri onur kırıcı bir şekilde taklit ederken, aynı zamanda küresel hibritleşme  (melezleşme) de yaşandı ve yaşanmaktadır (S.Latouche 1993,S.55). Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen çıkarlarını ya da sermayelerini artırmak isteyen güçler, küreselleşmenin dünya düzenini alt üst edici etkisini görmezden gelip, ideolojisini cazip tezlerle sunmaya devam etmiş ve edeceklerdir. Peki nedir bu tezler?  Bu tezlerden bir tanesi şudur;   insanlığın ilerlemesi ve refahı “küreselleşmenin” güçlenmesine bağlıdır. Sosyal harcamalarda kısıtlamalar gittikçe artarken, özelleştirme furyası alıp başını yürümüşken, işsizlik oranı bütün dünyada hızla artarken, zengin daha zengin, fakir daha fakir hale gelmişken bu son derece abes bir tezdir. Küreselleşmenin masumiyetini savunan aktörlerin diğer bir iddiası ; “küreselleşme,  ulusların birlikteliğini ve çıkar ortaklığını arttırarak, uluslar arasındaki eşitsizliği azaltır’ şeklindedir. .Bu da şuurlu olarak söylenmiş büyük bir yalandır. Kurtlar sofrasında kavga her geçen gün kızışmaktadır. Ulusal kavgalar artmakta, ulusların eşitliği değil, ABD emperyalizminin hegemonyası güçlenmektedir. İşin en garip tarafı ise, bu küreselleşme yalanının aktörlerinden olan Dünya Bankasının da esas gerçeği gizlememesidir.1995’de, Dünya Bankası, ‘gelecek yıllarda zenginler ile yoksullar arasındaki eşitsizliğin daha da artması ve yoksulluğun şiddetlenmesi çok muhtemeldir’ şeklinde bir beyanda bulunmuştur. Bir işin hem ortağı, hem itirafçısı olmak da başka türden bir tezattır. Esasen tezat, bu aktörlerin içinde barınmaktadır. Çünkü bu emperyalist güçler kendi aralarında kar payı kavgası içinde iken, bir yandan da birbirlerinin işbirlikçisidirler. 1960’lı yıllardan itibaren Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Raporları da Dünya Bankası’nın bu beyanını ispatlayıcı mahiyettedir.

Bir BMKP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) raporuna göre, 1960 ile 1989 arasında zengin ülkelerle yoksul ülkelerin arasındaki gelir seviyesi farkı iki kat artmıştır. Bu yıllardan ilkinde, dünya nüfusunun en zengin %20’sinin yaşadığı ülkelerin ortalama geliri, en yoksul %20’sinin yaşadığı ülkelerin ortalama gelirinin 30 katıyken, 1989’da fark 60 kata çıkmıştır (BMKP, 1992: 85-86). Bu yöndeki eğilim devam etmektedir. Son yıllarda, dünya ekonomisine ve siyasetine, uluslararası alanda faaliyet gösteren çokuluslu şirketler ya da uluslararası şirketler yön verir hale gelmiştir. Amaç ise sermayenin serbest dolaşımı ve üretimin küreselleşmesi olarak gösterilmiştir. Birleşmiş Milletler’ in 1983 yılında yayımladığı “Centre on Transational Corporation” isimli raporunda 1980 yılında dünyada 80.000 şubeye sahip 11.000 adet çokuluslu şirket vardır. Aynı teşkilatın 1994 yılında yayımladığı “World Investment Report” isimli raporunda ise 1993 yılında çokuluslu şirketlerin sahip olduğu şube sayısı 206.000 olarak belirtilmiştir. Aynı rapora göre; gelişmiş ülkelerin yurt dışına gönderdikleri sermaye tutarı 1990 yılında 35 milyar ABD doları iken 1994 yılında 160 milyar ABD dolarına yükselmiştir. Küresel aktörler haline gelen çok uluslu şirketler, bu sermaye akışıyla, dünya sanayi üretiminin %30’unu kontrol eder duruma gelmişlerdir.

Böylece, bu aktörler hem ekonomik, hem de kültürel ve sosyal alanlarda güçlerini ve etkinliklerini artırmışlardır. İş öyle bir raddeye gelmiştir ki, siyasi iktidarlar özelleştirmeden vergilendirmeye kadar her ciddi ve önem arz eden kararda çokuluslu şirketlerin desteğini aramaktadırlar. Ekonomiyi ellerinde tutanlar, bir nevi devlet gücü elde etmişlerdir.

Bugüne geldiğimizde ise, mevcut durum küreselleşen dünyanın hala çokuluslu şirketler tarafından kontrol edilmesi yönündedir.  Çünkü hala çokuluslu şirketler, dünyada yapılan toplam ticaretin büyük bir bölümünü kendi tekellerinde bulundurmaktadırlar. Çok uluslu şirketler basit uluslar arası organizasyonlardan, son derece planlı ve programlı, küresel gelişim süreci ile uyumlu süper şirketlere dönüşmüştür( Kotler, 2000, s.27). Üstelik bu şirketlerin sayısı hızla artmakta olup, küreselleşen dünya düzenine ayak uydurmaya çalışan ve bu düzenden istifade etmeyi hedefleyen aktörlerin sayısı da haliyle artmaya devam etmektedir. Dünya ticaretinin %70’inin 500 en büyük küresel şirket tarafından idare edilmekte olması durumun ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Bahsi geçen bu küresel şirketlerin hangi ülkelere ait olduğu aşağıda gösterilmektedir.


Dünyadaki En Büyük 500 Özel İmalat Şirketinin Ülkelere Göre Dağılımı

 

Ülkeler                          Şirket Sayıları

Avrupa Birliği ………........               170

ABD   …………………....                     155

Japonya ……………………                  120

Diğer   …………………..                       55

TOPLAM …………………                   500

Dünya ticaretinin böylesine büyük bir bölümünü elinde tutan çokuluslu şirketlerin günümüzde dış yatırımları yaklaşık 1.7 trilyon ABD dolarıyken, küresel satışları 4.5 trilyon ABD dolarını bulmaktadır. Dünyadaki 15 en büyük küresel şirketin bir yıllık gelirlerinin, 120 az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin yıllık gayri safi yurt içi hâsılalarının  (GSYİH) toplamlarından fazla olması, oldukça dikkat çekici ve vahim bir tablo olarak göze çarpmaktadır. Bu durum gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki kişi başına düşen milli gelir ile küreselleşme sürecinin etkin aktörleri olan gelişmiş ülkelerdeki kişi başına düşen milli gelir arasındaki orantısızlığı, dolayısıyla refah seviyeleri arasındaki farkı da büyütmektedir.

 
Dünya Bankası’nın yoksul kabul ettiği ve toplamda dünya nüfusunun yarısından fazlasını temsil eden (yani kişi başına ortalama gelirin günde bir doların altında olduğu) ülkeler, dünya üretiminin %7’sini gerçekleştirirken, dünya nüfusunun %8’ine sahip olan zengin ülkeler dünya üretiminin yaklaşık %85’iyle dünya ticaretinin yaklaşık %80’ini (bunun da 3’te 2’sinden fazlası gelişmiş ülkeler arasında yapılmakta) gerçekleştirmektedirler; dolaysız yabancı yatırımların da %80’den fazlası bu ülkelere gitmektedir (Dünya Bankası, 1996).Dünya Bankasının 1996 yılı verilerine göre gelişmiş ülkelerdeki doğrudan yatırımlar 195.9 milyar dolar üzerinde gerçekleşirken, gelişmekte olan ülkelerde bu oran ancak 108.8 milyar dolar seviyelerinde kalmıştır (Kazgan,2001, s.171). Dünya Bankası’nın 1997 yılı verileri incelendiğinde ise küreselleşmenin daha çarpıcı bir boyutunu gözleme imkânı elde edilecektir. 1990 yılından 1997 yılına kadar geçen süre sonunda gelişmiş ülkelerin dünya nüfusu içindeki oranları %14.1 seviyesine gerilerken, dünya gelirleri içindeki payları %80.7’ye, dünya ihracatı içindeki payları ise %85.9’a yükselmiştir. Buna karşılık az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dünya nüfusu içindeki oranları %85.9’a yükselirken, bütün dünya gelirleri içindeki payları %19.3’e, dünya ihracatı içindeki payları ise % 14.1’e düşmüştür.


Yine Birleşmiş Milletler’ in 1999 yılı 'İnsani Kalkınma Raporu'na ve Dünya Bankası’nın raporlarına (Global Economic Prospects 1998/1999) şöyle bir göz atıldığında,  Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin küresel gelirdeki payının 1989-1999 yılları arasında %2.3 ten %1.4 e düştüğü görülmektedir. Birleşmiş Milletler'in (UN) 1999 yılı İnsani Gelişme Raporu'nda (HDR) , küreselleşme ile birlikte dünya ölçeğindeki eşitsizliğin ciddi boyutlara ulaştığı ortaya konulmuştur. Söz konusu rapora göre; 1997 yılı itibariyle dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan ve yüksek gelir grubuna giren % 20'sinin dünya gelirinden aldığı pay % 86 iken, en yoksul ülkelerde yaşayan ve düşük gelir grubuna giren % 20'nin aldığı pay yalnızca % 1'dir. Ayrıca bu en tepedeki % 20, dünyadaki toplam ihracatın % 82'sini gerçekleştirmekte, doğrudan yabancı yatırımların % 68'ini almaktadır. En alttaki % 20'nin ise, her bir sektörden aldığı pay yaklaşık % 1'dir. 


Günümüzde uluslararası sistemi ayakta tutan ABD,  1990’lı yıllardan 2000’li yıllara gelinen sürede  dünyadaki  gelir artışının yarısını elde etmiştir (Ulagay 1999, s.85). Bu açılardan bakıldığında küreselleşme sürecine 'Dünyanın Amerikanlaşması' da deniyor (Gerbier 1999, s.107). Dünyanın mevcut tablosu, küresel bir köyden ziyade, küresel bir yağmaya benziyor. (Giddens 2000, s.27).  Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı’nın (UNDP) 2001 yılı İnsanî Gelişme Raporu’nda, dünyada 1,2 milyar insanın günde 1 doların, 2,8 milyar insanın da 2 doların altında gelirle yaşamaya çalıştığı, toplam 2,4 milyar insanın da temel sağlık hizmetlerinden mahrum bulunduğu beyan edilmektedir. Yani küreselleşmeye sadece iktisadi açıdan değil, sosyal adaletsizlik açısından bakıldığında da, mevcut tablo bu süreçten etkilenen, bu sürecin olumsuzluklarını yoğun olarak yaşayan ülkelerin, küreselleşme vakasını fazlasıyla hassas olarak ele almasını gerektirmektedir.


Bütün bu rakamların çarpıklığına rağmen, küreselleşme sürecinin aktörleri büyük bir rahatlıkla Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve IMF vasıtasıyla, ülkelerin ekonomik krizlerini de istismar ederek, bu ülkelerin ulusal ekonomilerine müessir bir biçimde müdahale etmeye, yönlendirmenin de ötesinde kontrol ve idare etmeye, böylelikle milletleri kendilerine bağlamaya devam etmektedirler. Merkez olarak adlandırılan ve G-7 ülkeleri olarak da bilinen ABD önderliğindeki Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, Kanada ve İtalya gibi gelişmiş ülkeler, borç verdikleri ülkelerin sadece mali politikalarına değil, siyasi politikalarına da etkin olarak müdahale eder duruma gelmişlerdir. Küreselleşme yalanına bütün dünyayı inandırmaya çalışanlar, demokrasinin küreselleşme vasıtasıyla evrensel hale geleceğini iddia ederken, esasen demokrasiyi küreselleşme sürecinde amaçlarını gerçekleştirmenin bir başka ‘aracı’ olarak gördüklerini gizlerler. Bu sebeple ileri sürülen bu tez, diğer tezlerden çok daha riyakârdır. ABD’nin emperyalist yayılmacılığını demokrasi kavramıyla örtbas etmeye, bu yol ile küreselleşme vakasına masumiyet ve meziyet yüklemeye çalışan aktörler, demokrasinin gerçek manasını bilen, fakat kendi demokrasi anlayışlarının, ‘aslında onların çıkarlarına dokunmayan normlardan başka bir şey olmadığını’ itiraf edemeyen kapitalistlerdir. .Bu güçlerin bırakın demokrasiyi, demokrasinin esasını oluşturan vatandaşlık kavramından, insan haklarından, hatta insandan ne anladıkları bile belli değilken, aynı güçler medeniyet tellallığı yapmayı, insan hakları diye ortalığı ayağa kaldırmayı, kendilerini insanlığın savunucusu olarak ilan etmeyi iyi bilirler. Demokrasi savunucusu ABD’nin “Yurtseverlik Yasası”na göre FBI, fertlerin özel hayatlarını, bilgisayarlarını, hatta okudukları kitapları dahi izleme hakkına sahip oldu. Üstelik kütüphaneler, kitapçılar, kimin hangi kitapları okuduklarını ya da satın aldıklarını FBI’ a kişilerin haberi olmadan sunmak zorundalar.  Yurtseverlik yasasının 215. ve 501. maddeleri ”kişilerin özel hayatlarının dokunulmazlığı’ anlayışına tamamen aykırı bir mahiyet taşımaktadır. “Küreselleşen” dünyada, demokrasi naraları atanların, demokrasi anlayışının ne olduğu ortadadır. Küreselleşme sürecinin aktörlerinin, demokrasi anlayışının daha enteresan boyutu, bu süreçte rekabet gücü olmayanları saf dışı bırakıp, güçsüz olanı tasfiye ederken, gücüne güç katmasını ve hâkimiyetini arttırmasını da demokratik olmayan bir tutum olarak görmemeleridir. Bu acımasız tekelleşme bile, hâkimiyet düşkünleri için demokrasiye aykırı görülmez.


Sermayenin hızla küreselleşmesi sonucunda, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, ekonomilerinde yaşanan olumsuzlukların etkisiyle borçlarını ödeyemez duruma düşmeleri onlar için güçsüz olanın tasfiyesiyle başlayacak olan  ‘merkez’e dahil etme ve ‘yeni pazarı’ sömürme fırsatıdır.

 

2-Küreselleşme Karşısında Türkiye’nin Pozisyonu Ne Olmalıdır?

 

Bütün bu hususları bir bütün olarak değerlendirecek olursak, Türkiye’nin küreselleşme sürecinden ne şekilde etkilenmekte olduğu sorulabilir. Türkiye tasfiye edilmeye çalışılan bir taraf mıdır yoksa bu süreçte menfaatlerini en iyi şekilde değerlendirmeye, küreselleşen dünyanın nimetlerinden istifade etmeye çalışan bir ülke midir? Bu sorunun cevabı muhakkak ki her ikisi de olacaktır. Türkiye, küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmak isterken bir yandan da tasfiye edilmeye çalışılan bir ülkedir. Küreselleşme tabi ki tamamen dezavantajlarla dolu bir vaka değildir. Fakat unutulmaması gereken, bir takım avantajlara sahip olan bu vakanın gelişmekte olan ülkeler için çok hassas yaklaşılmasını gerektirecek kadar da tehlikeler barındırdığıdır. Evet, bu süreçten kaçınmak imkânsızdır. Ancak, karşı konulamayacak bu süreci lehimize çevirecek fırsatları yakalarken, aynı zamanda aleyhimize işleyecek her türlü politikaya karşı tedbirler almak da gereklidir. Fakat Türkiye’nin içinde bulunduğu tabloyu gözden geçirdiğimiz zaman, küreselleşme sürecinin içinde kaybolmaya başladığımız ve bu sürecin olumsuzluklarına karşı basiretsiz bir hal içinde olduğumuz müşahede edilecektir. Türkiye’nin pazarlık gücü kırılmıştır. Bu yüzden de gerek IMF, gerek AB ve gerekse ABD ile tartışılanlar ya da konuşulanlar iki tarafın eşit iradeleri ile ortaya konulan ve mutabakata varılan hususlar değildir. AB’ye dahil olmaya çalışmak, IMF yardımlarından mahrum kalmamak ya da ABD’nin ‘müttefikliğini’ yitirmemek adına milletin en temel hassasiyetlerini bile tartışma mevzuu haline getiren bir pazarlığın tarafı olurken,  yazık ki, bu mutabakat süreci AB’nin, ABD’nin ya da IMF’nin dayatmalarına rıza gösterip göstermeme biçimine dönüşmüştür. Bu süreçte, mevcut durumu idrak edemeyip, IMF’nin talep ettiği iyi niyet mektuplarına her defasında sevinerek, anlaşılması güç bir bahar havası yaratılması ise meselenin vahim olan ayrı bir yönüdür. Mustafa Çalık da bu hususta şöyle demektedir:


IMF  oturduğu yerde kimseden ne niyet mektubu ister ne  de kimseye stand-by teklif eder.Siz içeriyi yalanla dolanla tarumar ettikten sonra,  içeride yüzünüz kalmadığı için dışarıya, yani  IMF’ ye gidip yüz suyu döker,borç istersiniz, o  da sizden, adına ‘niyet mektubu’ denilen bir taahhütname ister. Taahhütnameyi siz de yazmazsınız, o yazdırır. Yazdırırken iki şeyi gözetir: Birincisi, sizi ilelebed kurtaracak değil,’sağlam borçlu’ haline getirecek tedbirleri aldırmak; ikincisi de kendisini var eden gücün uzun vadeli menfaatleri doğrultusunda sizi ‘küresel’ sistemin parçası haline getirecek düzenlemeleri yaptırmak.(Çalık, 2001, s.59)


Düzenin nasıl işlediğini iyi bilen bazı siyasi iktidarlar ise millet haysiyetini, siyasi gücünün devamlılığından daha az önemli gördüğünden,  AB,  IMF ya da ABD sabit bir yerde dururken, onlar  bu güce  tutunmak için en temel hassasiyetlerini bile tartışma konusu yaparlar. Bu küresel güç ise karşılıklı bağımlılık gibi samimiyetsiz bir ifadeyle tefeciliğini gizler, sizin de ufaktan gönlünüzü okşar, gönderir.  Hâlbuki bağlayan ile bağlananlar arasında anormal bir eşitsizlik söz konusuysa karşılıklı bağımlıktan değil tek taraflı bağlanmaktan söz edilebilir. Karşılıklı bağımlılığın taraflarının, sonuçta sömürge ile sömüren taraflar haline gelmemesi için birbirine yakın güçlerin ve hür iradelerin söz konusu olması gerekir. Oysaki bu karşılıklı bağımlılık dedikleri şey, birilerinin basiretsizliği ile diğer tarafın tefeciliğinden başka birşey değildir.’  Hükümetlerin iktidar hırsı, akademik ve entelektüel bir kesimin ise kendini küçük görme hastalığı, onları bu köleliği doğal bir olay gibi görme tavrına sevketmiştir. Unutulan şudur ki; kaderinize hükmettiğiniz kadar hür olursunuz! AB’li bürokratların, ABD’li diplomatların, IMF yetkililerinin ya da Dünya Bankası temsilcilerinin irade buyurduklarına itaat ederseniz kaderinize başkaları tarafından hükmedilmesine izin verirsiniz. Bu, karşılıklı bağımlı olmak değil, tam tersine kayıtsız şartsız teslim olmak manasına gelir. Sosyal ve milli şuurun köreltilerek, sosyal menfaatin yerine ferdi menfaatin öne geçirildiğine dair beyanda bulunan Erol Manisalı şöyle diyor:


Politikacıya, ülkende yükselmek istiyorsan dışarıdaki güç odaklarıyla işbirliği yap deniyor. Ulusal sanayiciye, ayakta kalmak istiyorsan dışarıda bir büyük bul ve ona bağlan önerisi yapılıyor…” Manisalı, “Küreselci güçlülerin” azgelişmiş dünyaya etnik ve dinî özgürlükler gibi oyuncaklar da sunarak, azgelişmiş ülkelerde iç çatışmaları tahrik ettiklerini ve onların iç kargaşadan başka şeylerle uğraşmalarına, yani toplumsal olarak bilinçlenmelerine izin vermediklerini iddia etmektedir. Kısacası, küresel güçler, azgelişmiş ülkelere toplumsal demokrasiyi unutturmak için etnik, dinsel, cinsel ne kadar araç varsa önlerine atarak onları oyalamaktadırlar. (Manisalı, 2001, s.26)


Küreselleşmeyi bu şekilde ele alınca, R. J. Samuelson’un sorguladığı gibi, bizlerinde sorgulaması gereken küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal ve kültürel altüst oluşu milletlerin mi denetleyeceği, yoksa onun mu milletleri denetleyeceğidir.(Samuelson,2000,s.62) Bu soruyla beraber sorulması gereken ikinci mühim soru ise şu olmalıdır: Türkiye ne yapmalı? Mademki, küreselleşme rekabet gücü olmayanı tasfiye edecek, o halde Türkiye herşeyden önce gelişmeleri iyi takip etmeli ve izleyeceği politikayı sağlam bir şekilde oluşturmalı ve değerlendirmelidir. Yönelişleri ve güç merkezlerini görmelidir. Fiziki ve doğal kaynakları bu güçlerin eline teslim etmek yerine, bu kaynakları milli prensipler doğrultusunda, rasyonel ve şuurlu bir politikayla kullanmayı bilmelidir. Türkiye, AB’nin alternatifi olarak görmediği Ortadoğu’yu ve Kafkasya’yı göz ardı etmemelidir. Çinin, Uzak Doğu’nun ve Orta Asya'nın dünyanın tüketim merkezi olacağını bilmeli ve dünya ekonomisi içindeki potansiyellerini keşfetmelidir. Batının teknolojisine, ilmine ulaşmak ile ‘batıya teslimiyeti’ ayırdetmelidir. Dünyada yaşanan gelişmelerin, Türkiye'yi nasıl etkileyeceği ve Türkiye'nin bu gelişmelerden kendisi lehine nasıl yararlanabileceği hususları üzerinde titizlikle çalışmalıdır. Küreselleşmenin faydalarından istifade edip, dezavantajlarından en az zararla kurtulabilmek için devletin her kademesinde, sivil kuruluşların da katılımı ile çok iyi planlama yapılmalıdır. Ülke içinde yaşanan problemlerin kalıcı olarak çözülmesi, dışarıda ise bu ‘yeni dünya düzeni’ içinde hak ettiğimiz yeri almamız sağlanmalıdır. Bu yeni dünya düzeninde, eski yöntemlerle var olmanın zorluğu farkedilmelidir. Bu düzen içinde yer alırken Türkiye’nin saygınlığını zedelemeyecek, aksine güçlendirecek adımlar atılmalıdır. Gülten Kazgan’ın Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye adlı kitabında bu husus şöyle değerlendirilmektedir:

 
“Türkiye, uzun yıllar NATO için jeo-politik öneminden yararlanarak Batı kurumlarına katılabildi, askeri ve ekonomik yardım alabildi; bu niteliği Batı ülkeleri için ön planda geldi. Ne var ki, yeni dünya koşullarında bu önem artık değerini yitirdi. Bundan böyle Türkiye ancak demokrasisinin mükemmelliği, insan haklarına ve sosyal haklara saygısı, ekonomik-teknolojik-kültürel alandaki başarı çizgisiyle kendisine bu yeni dünyada saygın bir yer bulabilecektir” ..” (Gülten Kazgan, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye içinde, s. 224)


Bu kapsamda, Türkiye’nin küreselleşme fırtınasından olumsuz etkilenmemesi ve galip çıkması için hem iç siyasette, hem de dış siyasette bir takım prensipleri uygulaması gerekmektedir. Bölgesel çıkarlarını korurken, barışçı ve uzlaşmacı bir kimliğe sahip, ama aynı zamanda dış siyasette kişilik sahibi olmalıdır. Küresel kültür unsurlarını benimserken, milli kültüründen de taviz vermeyen, stratejik vizyona sahip bir siyaset izlemelidir. Devletin yeterliliğini, biçimini, özerkliğini, otoritesini tehdit edecek ya da zedeleyecek her türlü siyasi ve ekonomik duruma karşı haysiyetini, kimliğini koruyacak kadar basiretli davranılmalıdır. Çünkü küreselleşme vakası iktisadi bir mesele olmaktan ibaret olmayıp, milliyetçilik kavramıyla da alakalıdır. Esat Öz de Türkiye ve Siyaset dergisinde yer alan ve yeni çağda milliyetçi bakış açısını incelediği makalesinin sonuç bölümünde bu hususla alakalı olarak şunları söylüyor:


Vurgulamak gerekir ki, küreselleşme olgusu, ülkelerin hem ekonomik hem de kültürel hayatını, daha açıkçası milletlerin kaderini ilgilendirdiği ölçüde milliyetçiliğin de doğrudan konusunu teşkil eder. (Öz, 2001,s. 13-26)


Bunları bir bütün olarak düşünerek, iç siyasette, demokrasi ve insan haklarına önem veren, bu konulardaki gelişmeleri dış güçlerin baskısı, talimatları veya vaadleri sebebiyle değil, kendi halkı ve ülkesi için yapan bir Türkiye olmalıdır. Jeostratejik konumundan kaynaklanan kozlarını çok iyi kullanan, ekonomide kaliteyi, verimliliği ve rekabeti esas alan, dış sermaye ve kredilerden ziyade öz kaynaklarını ve zengin doğal kaynaklarını, genç ve müteşebbis iş gücünü kullanmaya yönelik tedbirler alarak uygulayan bir ekonomi anlayışına sahip olmalıdır. Küreselleşme kavramının zannedildiği kadar masum olmadığının farkına varıp, sömürülen ve sömürenden oluşan bir dünya düzenine karşı koymalıdır.


SONUÇ


Muhakeme etmemiz gereken şudur; Yeni dünya düzeninde güç sahiplerinin benimsediği ekonomi anlayışı, yoksul ülkeleri soymaktan ve kendine yeni fırsatlar yaratmaktan başka bir gaye taşımayan acımasız bir kapitalizmden ibarettir. Bizler de bu düzene boyun eğerek, yabancı sermayenin esiri olarak, dış siyasetteki kimliğimizi zedeleyerek, maddi- manevi değerlerimizin peşkeş çekilmesine müsaade ederek bu güçlerin işbirlikçisi bile olamayız. İşte bu noktada kaderimiz, bu kapitalistlerin sadece kuklası olmaktan ibaret olacaktır. Böyle bir manzara da, bir millet için büyük bir mahkûmiyettir. Çünkü ekonomisi üzerindeki hâkimiyetini yitiren bir millet, siyasi hâkimiyetini de yitirmiş olacaktır.


Çözümü IMF’nin hazırlayıp önümüze koyacağı, bizim de kendimizi teslim ettiğimiz ekonomik paketlerde ya da şuursuzca ardından koştuğumuz  ‘batılılaşma’ sevdasıyla AB’de arayanlar, esasen en büyük çaresizlik içindedirler. Çünkü asıl çözüm milletin kendindedir. Milletin ve o milleti yöneten hükümetlerin hırslarından arınıp, özlerine dönmelerindedir. Maddi unsurlara sahip olmanın, maneviyatını, haysiyetini kaybetmekten daha değerli olmadığının anlaşılmasındadır. Hukukun, demokrasinin sadece kavram olarak değil, esas olarak içeriğinin ve fonksiyonlarının şuuruna varıp, tam manasıyla uygulayabilmektedir. Daha çok üretmek, daha çok çalışmaktır. Ama bütün bunları yaparken, birilerinin dayatmasına boyun eğmeden yaşamanın en haysiyetli yaşam şekli olduğunu idrak edip, milli kültürünü, tarihini hatırlamaktır. En önemlisi ‘adapte olmak’ ile ‘asimile olmak’ arasındaki farkı ayırdetmek, muhakeme edebilmektir. Unutulmamalıdır ki, milletler için hangi mevzuda olursa olsun asimilasyonun her çeşidi, milletlerin varlığı bakımından tehlikeli, yıkıcı, yok edicidir. .Bu sebeple esas çözüm, her alanda, tam manasıyla hür olarak, devletin varlığı, milletin geleceği için birilerinin yazdığı reçetelere itaat etmek yerine, kendi reçetesini yazabilmektir.

 

KAYNAKLAR

1.  Başkaya, F. (1999). Küreselleşme mi, Emperyalizm mi? Piyasacı Efsanenin Çöküşü, Ankara: Ütopya Yayınları.

2.  Çalık, M. (2001). Ekonomik Kriz, Siyasi İflas ve ‘Küresel’ Yalan. Türkiye Günlüğü Dergisi, 2001/02, 58-66.

3.  Gerbier, B. (1999). Kapitalizmin Bugünkü Aşaması Olarak Geo-Ekonomik Emperyalizm, Ankara: Ütopya Yayınları.

4.  Giddens,A. (2000).Elimizden Kaçıp Giden Dünya (Runaway World),İstanbul: Alfa Yayınları.

5.  Global Economic Prospects and Development Countries.

6.  (1998/1999). www.worldbank.org/prospect/qep98-99.

7.   Kazgan, G. (2001).Küreselleşme ve Ulus Devlet, Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayını

8.   Kazgan, G. (1994). Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri, İstanbul: Altın Kitapları.

9.   Kotler, P. (2000). Ulusların Pazarlanması (Ulusal Refahı Oluşturmada Stratejik Bir Yaklaşım),Çev.Ahmet Buğdaycı,İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

10. Latouche,S. (1993). Dünyanın Batılılaşması, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

11. Manisalı, E. (2001). Küresel Kıskaç: Yirmibirinci  Yüzyıl’da Küreselleşme, İstanbul: Otopsi Yayınevi.

12. Öz, E.  (2001 ). Küreselleşme, Demokrasi ve Millî Devlet: Yeni Çağda Milliyetçi Bakış Açısının Anlamı ve Gerekliliği Üzerine. Türkiye ve Siyaset Dergisi, 2001.

13. Robert J.Samuelson.(2000).  Küreselleşmenin İki Tarafı . New Perspectives Quarterly - Türkiye, 2000, Sayı: 4

14. Ulagay,O. (1999). Küreselleşmenin İki Yüzü, İstanbul: Doğan Kitap.

15. UNCTAD, World Investment Report 1994:Transational Corporations and Competitiveness United Nations Conference on Trade and Development Division on Transnational Corporations and Investment.New York and Geneva,1994, http://www.unctad.org/en/docs/wir1994_en.pdf

16. UNCTAD, Centre on Transational Corporation Report 1983 http://unctc.unctad.org/data/ec10198315a.pdf

17. UNDP; Human Development Report 1992, Oxford University Press, New York,1992, s.85-86.

18. UNDP; Human Development Report 1999, Oxford University Press, New York,1999, s.2,3.

19.  UNDP; Human Development Report 2001, Oxford University Press, New York, 2001, s. 9.