Metin BOŞNAK


Kavga Batı ve Batıcılar Arasında mı?

Kavga Batı ve Batıcılar Arasında mı?


Batı ekonomisi, teknolojisi, kitle üretim, dağıtım ve ulaşım ve iletişim araçları 20. yüzyılda hızla ve Doğu’nun aksine, Osmanlı’nın ve İslam dünyasının aksine büyüyerek devam etti. Doğu’nun bütüncül algılamasının aksine, Batı parçalayarak alır ve algılar. Üretirken toplu üreten Batı, tükettiklerini parça parça kullandı. Atomun parçalanması sembolik anlamda Doğu’nun atomlarının, Osmanlı’nın atomlarının parçalanması olarak emperyalist pratiğe yansıdı ve yansımaktadır. 
Batı’daki parçalanma ve parçalamalar öncelikle 5. yüzyılda Doğu ve Batı Roma olarak başladı. Bu siyasi bir ayrışımdı. Bir yandan Roman Hıristiyanlığı kabul ederek “kutsal” olmuş, bir yandan da siyasal olarak bölünmüştü. Ancak Batı’nın kültür temelleri asıl Rönesans ve Reform hareketlerinin akabinde16. yüzyılda sarsıldı. Eski Yunan ve Roma Batı’nın “pagan” kökenlerini ifade ediyordu. Ortaçağ’da Kilise hâkimiyeti vardı. Batı’nın seküler ve dini kökleri kendi içinde devamlı çatışma ifade eden yapılardı ve bu çatışmanın en belirgin remzi İsa’nın çarmıha, Romalı askerlerce ve Yahudilerin tahrikleriyle gerilmesiydi.
Haçlı Seferleri bir anlamda “ortak düşman algısıyla” Batı’daki birliği uzatmıştı. Sonra keşiflerle gelen sömürü kaynaklı çıkar çatışmaları belirdi. Kutsal Roma’nın mirası olan bütünlük ise, inanç farklarından dolayı kültürel anlamda bu zamanda dağıldı. Yeni Hıristiyanlık yorumları adeta yeni dinler ortaya çıkardı. 17. yüzyıl eski ile yeninin çatışmalarına şahit oluyordu ki,  18. yüzyılda yeni bir bilinç parçalanması meydana geldi: Şiir yerine nesir, duygu yerine akıl, kadın yerine erkek, Tanrı yerine kapital sahibi insan ikame edildi. 
17.yüzyılda çıkan gazetecilikten sonra kurgu romanlar da ortaya çıktı. Kutsal Kitap’la oynamak zordu artık. Batı dillerine tercüme edilmiş ve matbaada çoğaltılmıştı. Kral James’in icazetiyle çıktığı için de artık Britanya’nın gittiği her yerde koloni dini oluşturmaya başlamıştı. Roman ise hem dünya ile hem insanla oluşturulan, ama insan tarafından oluşturulan yeni dünyaları araladı. 
Öte yandan, hem “itiraf” ile gelen, hem de insana insanı bireyden bireye köprüyle anlatan yeni tarz oldu roman. Yeni Dünya’dan ilhamını alan felsefe ve edebiyat artık Kutsal Kitap’ın ilhamından öte şeyleri—onu bitmiş mamul olarak değil hammadde olarak da kullanarak-- kaynak edindi. 19. yüzyıl ise, Darvin, Marks ve nihayet Freud’la kültürel, sınıfsal ve nihayet cinsel ve şuuraltı parçalanmalarıyla çalkalandı.
Hem bilimlerin yeni alanlara ve alt alanlara bölünmesi hem de Uzakdoğu’da, Ortadoğu’da ve eski Osmanlı vilayetlerinde pratiğini buldu. Batı’nın bireyi kendi içinde parçalandı, ama kurumsal olarak Batı--savaşlar ve Bolşevik müdahale haricinde—16. yüzyıldan sonra parçalanmadı. Doğu ise, bireyi zaten tanımadı, ya da yargıladı, ama sistem tuğlaları olarak bütün halde tuttu. Diğer yandan, Modernite ile gelen etkiyi önce sistemde hissetti, sonra kendi varlığında. Sistemin bozukluklarından kaynaklanan sorunlar ise, giderek insanların ya sistemi lehine çevirmek ya da sistemi alt etmek tarzında hareket eden gettolarını oluşturdu. Sistemle geleni, diğer insanlardan gelen sorunlar halinde algıladı. 
Kimi sisteme nemalanmak için sisteme eklemlendi; kimi, sistemi kendi lehine çevirmek amacıyla sistemle sentez kurdu; kimi de sistemin karşısında bir duruş sergiledi: ne Şam’ın şekeri… En garip olanı ise, hem sisteme eklenip hem de bunu sistem karşıtı argümanlarla yapanlar oldu. Sistemin sahipleri bunu yutmadılar, ama sistem karşıtları bunu el ovuşturarak baş tacı ettiler. Sisteme değil, sistem karşıtlarına münafıklık ettiler. Ama bunu da sistem karşıtlarının kutsallarıyla yaptılar. Batı’şmışlardı…
Batı, Amerika ve Avrupa ekseninde kendi farklarını, diğerine fark atmak için kullanırken, Avrupa ülkeleri bireysel ülke farklarını unutmak yerine öne çıkarırken, “Doğu” diye algıladığı bir monolitik varlığa karşı ittifakları ihmal etmediler. Önüne geçemedikleri noktalarda ise, siyasi, iktisadi, kültürel ve yasal birlikleri oluşturma yolunda nispiyetin getirdikleri ile değil, “reel politik” hesabınca davrandılar. İkinci Dünya Savaşında sonrası Avrupa ve Amerika’daki oluşumlar, Birleşmiş Milletlerden, IMF’ye, Avrupa Birliği’ne kadar bu planlar doğrultusunda gelişti.  
İzafiyetin Batı toplumları içinde bulduğu yansımaları Batı lehine oldu. Batı genel anlamda bir çerçeve içine koyarak, gerektiğinde “Batı” tanımını sözlükte ve siyasette genişleterek yaparken, Doğu’da izafiyetin etkisi sadece içindeki değerlerin Batı karşısındaki ölçüm terazisine dönüştü. Yani Batı evrensel olan, monistik olan, mutlak olan değer ve gerçek yoktur derken, Batı’yı bazen Batı zoruyla, bazen Batı’ya öykünerek modellemeye çalışan Doğu toplumlarında “Batı” adına her şey gerçek, “evrensel,” “mutlak,” tartışılmaz bir “canon” ya da parokiyal bir kutsallık alanına, tabuya dönüştü. 
Bu nedenledir ki, yaşadığımız dönem, bir dönem Batı’nın yaşadığı Victoria Dönemini andırmaktadır: kelamda vaiz, gerisi her şey caiz. Dahası, bunu da “ev’rensel” hanemize kaydettik. AB ve ABD’nin Batı’da olduğunu söylemeye hacet var mı bilmem, ancak Batı karşıtlığı kisvesiyle kamufle edilen onca Batı olumlama propagandası, İsrail-Filistin meselesi olmasa şimdiye çoktan tüm âlemi muhasara altına almıştı. İslam âleminin kimliği sadece İsrail yani Yahudi karşıtlığı üzerinden ayakta dururken, aslında Hıristiyan Siyonizm’ine karşı sessiz kalmak nasıl bir gerçeklik ola ki! İsterseniz Filistin’de öldürülenlerle, mesela Bosna’da, Irak’ta, Karabağ’da, Doğu Türkistan’da zulüm görenleri bir kıyaslayın. Filistin’de takılı kalan serencamı daha belirgin olacaktır. İslâm’ın kimliği kendine aitken, vaktiyle Batı’da olduğu gibi bir anti-kimlik olarak çıkma tehlikesini yaşamaktadır.
Her şey yalan, gerçek olan propagandadır. En iyisi de tarihle yapılandır.