Elif UZAK


Ben Renklere Dairim, Renkler Bana...

Ben Renklere Dairim, Renkler Bana...


Kuşatma altındayız ve kalbin moğollarına verecek bir şey kalmadı. Hadiselerin şiddetli tesiri altında titreyen, ezilen büzülen insan yorgunlarıyız. Bazen diyecek bir derya sözü olup, bir katresini sunmaya derman bulamaz insan. Kuş bakışı, bahar bahçe pozlar verip; boğazına çarpıp duran devasa dalgalara mütebessim çehresini set eder… İşte yine en sevdiğim sokaklardayım. Heybemde yaşımdan büyük hayal ve hedeflerimle bütün varlığımı toplayıp geldim. Bu yokuşlarda çok ter dökmüşlüğüm vardır fakat bu defa başka... Cihanı hiçe satıp, döküp varlığı gidemeyişlerimle, zehri şifaya tercih edercesine, aklımı çıkarıp kalbimi rehber ederek, fenomenler alanından birkaç saatliğine de olsa kurtulup, gönül kabımı aşk ile doldurmaya geldim. İlkin haddimi bilmeye, aynaların sırrını çözmeye, hakikatin künhüne varmaya geldim. Menzile varmak kolay değildi elbette. Yolun sonunda uzunca bir merdiven beliriyor ve yüklerinden bir bir kurtularak ilerleyebiliyor insan. İşte birkaç basamak kaldı...

Çocukluk yıllarım, Aziz Mahmut Hüdai ve Üftâde hazretlerinin hatıralarıyla doluyken bu yokluk makamına bütün varlığıyla gelmiş biri olarak binlerce kez kovulmuş olmalıydım. Fakat bu aziz hatıralar hiç fark etmeden hayatımın kaç kilidini kurcalamış, kaç açılmaz dediğim kapıları suhuletle açmıştır…

“Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir.

Dertli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde’dir.

Vâsıl-ı kâmil odur tevhîd-i zâta şüphesiz,

Dost ilinin rehnümâsı Hazret-i Üftâde’dir…”

Üftâde Hazretlerinin kapısı eşiğinde soluklananlardansanız, bu dizelere gözlerinizin değmemiş olması imkânsızdır. Herkesin bir Hira’sı olmalı diyor bir güzel insan. Öyleyse ben de bulmuş olmalıydım mekânımı… Esef duyduğum çokça mevzu, akabinde birçok güzelliği de beraberinde getirdiğinden, kahrın da hoş lütfun da diyebilmeyi öğütlüyordu Üftâde hazretleri… Son basamakta insan çilesi çekmiş bir gönül insanına denk geliyorum. Gönlünü gönlüme çokça aşina hissettiğimden midir bilmem, cılız bir sesle birkaç soru yöneltiyorum.

Zannediyorum sürekli dert dinlemek, devamlı bir çare arayışına yöneltiyor insanı… Bir iki ifadeden hemen sonra teşhisini yaptı ve “Bu bir arayış! ” dedi. Oysa bu bir kaçıştı. Bir kez daha susmanın kalesini tercih ederek, tebessümle sözlerimi nihayetlendirdim. Medeniyetlere beşiklik eden, toprağın üstündekilerden çok altındakilerce yönetilen bu mübarek kent benim de, varlık serüvenime eşlik ediyordu. Materyalist eğitim sisteminde büyümüş gençlerdik biz.

Fakat yaşayarak tecrübe ettiğimiz kadarıyla maddenin ötesinde nesnelere, âleme anlam ve boyut kazandıran bir olgu vardı. Şeylerin bu manasız düzeninden kaçıp ruhu kurtarmalıydı ama nasıl? ... Bu serencam içinde Platon’un mağara benzetmesini anımsıyorum. Bir takım insanlardan bahsediyor Platon. Yer altında bir mağarada, sırtları mağaranın girişine dönük oturuyorlar. Elleri ve ayakları zincirlerle bağlı ve yalnızca mağaranın duvarını görebiliyorlar.

Mağaranın kapısına bazı cisimler koyuluyor ve bu cisimlerin arkasında bir ateş yandığından cisimlerin gölgesi duvarlara yansıyor. Burada zincirlerle bağlı yaşayanlarında gördüğü tek şey bu gölgelerdir. Varoluşlarından beri bu şekilde oturduklarından kendi âlemlerindeki bütün varlığın gölgeler olduğunu zannederek yaşıyorlar. Şimdi bu mağaradakilerden birinin bu halden kurtulduğunu tahayyül edelim. İyice kafamız karıştı değil mi? Karışsın zira su bulanmadan durulmuyor. Yalnızca birkaç dakika empati yaparak düşünelim. Doğduğunuzdan beri yanınızda bulunanların elleri, ayakları zincirli ve sizler gelip geçen gölgelerle nefes alıyorsunuz. Böylesine itirazsız bir yaşantıda nasıl dedirtiyor değil mi? İnsan nasıl kurtulur bu esaretten? Oysa cevabı çok basittir. Bunu öncelikle duvardaki gölgelerin nereden geldiğini kendi kendine sormaya başlayarak, sonrasında da yüreğine dolan merak ve bilme iştiyakıyla zincirlerini kopararak başarır. Arkasına dönüp keskin hatlı cisimleri görünce, bu kuvvetli ışıktan gözleri kamaşır. Cisimleri geçip ateşin yanına ulaşır. Ve nihayet gerçek âleme çıktığında gözleri daha fazla kamaşır ancak biraz ovuşturduktan sonra her şeyin ne kadar güzel olduğunu görüp şaşkınlığa uğrar. Renkleri, hayvanları, çiçekleri, gökyüzünü, Güneş’i keşfeder. Tüm bunların nereden geldiği sorularıyla meşgul olurken, mağaradakileri düşünür ve geriye döner. Onları, duvardaki gölgelerin gerçek şeylerin kötü birer kopyası olduğuna ikna etmeye çalışır, fakat bu insanlar zincirlerine öylesine bağlıdırlar ki mağara duvarına vuran gülün gölgesine meftun olarak, aslını meraka cesaret bulamazlar. Gölgelerin aldatıcı oyunlarıyla avunup ömür tüketirler… Her birimiz bu hikâye sonunda hüzünlenip, acıma hissimizi ziyadeştirdik öyle değil mi? Zaten bizler zarif adamın ifadesiyle, kendimizi doğru yoldan hiç şaşmamış kabul eder, bu türlü çıkarımların hep başkaları tarafından algılanması gerektiğini, dünyanın bir imtihan hane olduğunu hep başkaları için düşünürüz…

Atamız Hz. İbrahim aleyhisselâm âlemi keşfederken Yıldız’ın ve Ay’ın ışıklarından sonra Güneş’i gördü ve “Bu Yıldızlardan ve Ay’dan daha büyük ve daha parlak, ışığı her yeri aydınlattı. O zaman varlıkların Rabbi bu Güneş olmalıdır!” dedi. Ancak bir müddet sonra her şeye hâkim vaziyette doğan Güneş’in ikindiden sonra tesirinin kaybolduğunu görünce, yüksek sevme istidadıyla yaratılan insan kalbi gibi bağırdı, ağladı ve dedi ki “Ben batıp gidenleri sevmem.” Hz. İbrahim aleyhisselâm daha çocuk yaşta Allah'ı aklı ile bulması üzerine “Kuşkusuz, Allah birdir ve her şeye kadirdir. Her şey Ay ve Güneş dahi onun emrinde hareket ederler. Ben muvahhid olarak gökleri ve yeri yaratan Allah'a iman ettim ve ona yöneldim! Ve âlemlerin Rabbi olan Allaha teslim oldum.” demiştir. Günümüz dünyasında da ruhu kurtarmak adına bir miktar acı, İbrahimvâri bir cesaret, gayret ve sabır gerekecek. Ne yazık ki zamanın insanı olarak bizler bu külfetli yolda kendi türettiğimiz cevaplarla tatmin olmuş görünerek, kendimizi zahiren bir düzlüğe çıkmış kabul ediyoruz.

Oluşturduğumuz dijital kimliklerimizle ruhumuzu ve gönlümüzü en savunmasız halleriyle ekranların görünmez yüzleri ortasında riya, haset, kibir, ucub ve daha tahribatından haberimiz dahi olmayan nice zehirli oklara kurban ediyoruz. Ben yaptım, ben sattım, ben çattımlarla dolu bir mecrada, gölgelerden kabul görme çabası içinde kaç hakikati incitmişizdir Allah bilir… Mustafa Kutlu'nun Bu Böyledir adlı kitabında yazar, insan hayatını bir lunaparka benzetiyor. Renklere meftun insanın, parkın içindeki türlü cihazların parıltılı ışıkları altında ömrünü feda edişini, edebi ve felsefi bir üslupla ifade ediyor. Hangi ışık daha cazibedar geliyorsa, yüreği patlarcasına ona temayül eden insan bir gün o demir yığını içinde  ışıksız kalıyor. Lisans bitirme tezimi renkler üzerine yapmamda büyük etkisi olmuş bu kitap, ciddi bir tefekkür iklimine de kapı aralıyordu. Yalın bir beyaz ışığın prizmadan geçmesi üzerine kâinatın renklerini buluyordum. Yetmeyip bulduğum renkleri başkaca renklerle filtreleyerek bambaşka renkleri elde ediyor olmam aklımı ve gönlümü çiçeklendiriyordu. O günden bu güne, ben renklere dairim, renkler bana... Bir gün karanlık bir odada gökkuşağı deneyi yaparken beyaz ışığım söndü. Biz buna karanlık diyoruz. Oysa karanlıktan korkan insan buna bir isim bulup siyah demişti. Ne garip değil mi? Aldanarak yaşamaya gönüllü varlıklar olarak bilmek, olmak belki de yanmak cesaretini de gösteremiyorduk. Bugün kulaklar çok şey duydu fakat gözler aç! . ”Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” İkazını işitmemiş neredeyse hiç insan kalmamışken içtiği suya varana kadar paylaşıp, fakire vereceği bir lirayı çok bulup iki gün sonra sıkılacağı bir oyuncağa servetler döken, sırf yuhalanma korkusuyla mazlumun sırtını sıvazlayamayan, düşene ağız dolusu kahkahalarla gülen, şöhrete, paraya ve koltuğa; şeref, haysiyet, onur ve dürüstlükten çok daha fazla itibar eden, şık giyimli bay ve bayanların aşırı ütülü hayat dizaynında, konfor alanından zerre uzaklaşmadan hayalini kurduğu her şeye derhal ulaşıp, iliklerine kadar tükenmişlik sendromu yaşayan, yer sofrasında huzurla, afiyetle yenilen bir tabak çorbayı hakir görüp, gösterişli masalarda saatlerce süslenmiş ve fotoğraflamak uğruna soğutulmuş yemeklerden şifa uman bir dünya düzeninde hangi ışık oyunlarında dans ettiğimizi dahi göremeyerek, Platonun zavallı mağara insancıklarından hiçbir farkımız kalmıyor...

Ön yargılarımızla, korkularımızla, kaygılarımızla, umduklarımızla aslında göz pencerelerimiz ardında sağlam birer filtre sistemi kurmuyor muyuz? Esasen sarı olan bir duvarı mavi ve mor filtreleri olan birinin gözünden görebilir misiniz? Ya duvarın başka bir renk olduğuna sizi ikna etmeye çalışacaktır veyahut böyle bir duvarın olmadığını iddia ederek filtrelerinden filtre beğenecektir…

Sorularım çoğaldıkça ben de kendi kabul hücrelerimden en beğendiğimi seçerek, kendi anlam dünyasının zincirlerinden sıyrılmaya çalışanlara koşarım. Bir hocamı yakaladım ve art arda sıraladım sorularımı. Derin bir nefes aldı ve tebessüm ederek önündeki kâğıda baktı.

Acı dolu bakışlarını gözlerime dikerek dudağına iliştirdiği bir tebessümle destekledi ifadelerini. ”Elif “ dedi. ”Cevabını bildiğin soruları niçin soruyorsun?' Birkaç dakika aynı kâğıda muhtemelen düşüncelerimizi aynı süzgeçlerden geçirerek baktık. Aynı gün içinde başka bir insana yönelttiğim soru üzerine “Maalesef genç hanım, hayat herkese adil olmuyor.” cevabını alarak gölge insanlardan bir kabuk daha kazandım. Velhasılıkelam, edep haya ve insanlık numunelerinden İbrahim Tenekeci'nin sözleriyle veda etmek istiyorum ...

“Yaşıyorum, beni meşgul etmeyin. Bu bir cümledir. Fakat isterse dize de olabilir, özlü söz de. İnsan da böyledir. Ne isterse olabilir, hatta İNSAN bile olabilir.”