Ayşegül Büşra ÇALIK


Avrupa'da İnsan Hakları Meselesi ve İslamiyetin Bakışı

Avrupa'da İnsan Hakları Meselesi ve İslamiyetin Bakışı


İnsan haklarının, (insanlığın ezeli bir problemi olmasına rağmen) dünya gündemine girişi 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Evrensel Beyannamesi ile olmuştur. Bu beyanname ile insanın sırf insan olma sıfatıyla doğuştan gelen birtakım dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez haklara sahip olduğu, bunlarında başlıca hayat, hürriyet ve mülkiyet hakları olduğu tespit edilmiştir. Tabi ki bu gelişme Batı Avrupa’da birdenbire ortaya çıkmış değildi. Bunun arkasında geçmişi asırlara dayanan ekonomik, tarihi ve kültürel bir geçmişi vardır. Esasında insanlar ve toplumlar arasındaki teorik ayrımcılığın kaynağı Batı toplumlarıdır. Genelde felsefenin ve özelde batı düşüncesinin öncüleri sayılan Antik Yunan filozofları incelendiğinde görülür ki Batı’nın tarihinde insan hakları meselesi gerek idareciler gerekse entelektüeller katında bir yer işgal edebilmiş değildir. Mesela felsefenin en büyükleri sayılan Platon (Eflatun) ve Aristo’nun düşünce sistemlerinde kölelere ve kadınlara çok aşağıda bir mevki verdikleri görülür. Her iki filozof da köleyi ve kadını aşağılar. Onlara göre bazı insanların vazifesi toplumu idare etmek, bazısının savaşmak, kölelerin ise bu iki sınıf için çalışmaktır. Aristo bunu altın, gümüş ve bronz mayalı insanlar olarak tanımlar. Yine her iki filozofta kadını erkeğin aşağı bir şekli olarak görür. Halbuki onlardan daha evvel  M.Ö. 5.yüzyılda sofistler köleliğe karşı çıkmışlardır. Ama gerek Yunan,  gerek Roma ve gerekse Rönesans’a kadar Batı Avrupa dünyasında sofistlerin değil, Platon ve Aristo’nun görüşlerine itibar edilmiştir. Bu zihniyet Batı Avrupa insanında o derece güçlü ve kalıcı bir  şekilde yerleşmiştir ki, Hrıstiyanlık bile onların bu insana bakışını değiştirememiştir. Zira Hrıstiyanlık  dinimizde ‘ne hür ne köle ayrımı vardır’ şeklinde bir insan anlayışı ortaya koyarken Batı Avrupa insanı bu meselede dinini değil tarihi ve kültürel mirasının peşinden gitmiştir.

Roma’nın Hrıstiyanlar’a üç yüz yıldan fazla zulmetmesinden sonra Hrıstıyanlık M.S 380 tarihinde Roma’nın resmi dini olarak kabul edilmiş, bundan sonra da aynı zulmü Hrıstiyanlar, Hrıstiyan olmayanlara yapmıştır. İnsan hakları meselesinde sicili bu derece kötü olan Avrupa , neticede bu meselelerin bayraktarlığını da kendisi yapmıştır.Bu mesele Avrupa’da ilk olarak Rönesans hareketleriyle gündeme gelmiştir ama Rönesans hareketleriyle gündeme gelen esas olarak,insan anlayışındaki yeniliktir. Bu dönemde Hrıstiyanlıktaki insanın, esasında kötü olduğu ve doğuştan günahkar olduğu anlayışına karşı bir şüphe belirmiş ,insanın sırf insan olduğu için değerli ve saygıya layık olduğu anlayışı gelişmiştir.Ne var ki, bu anlayış Batı Avrupa toplumlarında hemen bir zihniyet değişikliğine yol açmadı. Bu kolay da değildi. Çünkü;  Batı Avrupa insanının zihniyet dünyası  ta Antik Yunan’dan gelip Roma’da şekillenen ve uzun asırlar boyunca devam eden bir dünya görüşünün ürünüydü. Onun için de Rönesans ile getirilen insan anlayışı da Batı Avrupa’ya teorik olarak Fransız İhtilali’nden  sonra, fiili olarak da ancak 20.asrın ortalarına doğru hakîm olabilmiştir. Mesela Rönesans’ın beşiği olan İtalya’da meşhur astronom ve fizikçi Galilei (Galileo) sırf ‘dünya dönüyor’ dediği için Engizisyon Mahkemesi tarafından sorguya çekilmiş ve sözünü geri almak zorunda bırakılmıştır. Bu mahkeme 1633 yılında kuruldu. Yirmi gün süren yargılama sonunda Galilei diz çökerek doktrinini  inkâr etmek zorunda kaldı.  Ama bundan sonra da ancak Engizisyon Mahkemesi’nin gözetiminde yaşamasına müsaade edildi. Bir başka İtalyan filozof Giordano Bruno  da Galilei’nin astronomiyle alakalı görüşlerine benzer  görüşleri müdafaa  ettiği için 1600 tarihinde Engizisyon Mahkemesi’nin emriyle diri diri yakılmıştır.

Avrupa’da insan hakları sahasında asırlarca süren fikrî ve kültürel bir hazırlıktan ve yine çok uzun zaman devam eden kan ve gözyaşından sonra, insan hakları ancak 20.asrın ortalarında hukuki ve fiili bir teminata bağlanmıştır. Ancak, Avrupa’da insan hakları sahasında sağlanan gelişme sadece ‘Hrıstiyan Avrupalı’ için, yani kendi insanı için söz konusu olmuştur. Yoksa Avrupalı veya Hrıstiyan olmayanlar için, Avrupalının böyle bir hassasiyeti yoktur. 20.asrın ikinci çeyreğinde, İkinci Dünya Savaşı sırasında  Adolf Hitler 6.000.000 Yahudi’yi gaz odalarında öldürtürken, yine 20.asrın ikinci yarısında Fransa Cezayir’de 1.500.000 Müslüman’ı katledebilmiştir.  Bu tip hareketler bu iki devletle sınırlı olmayıp, hiçbir Avrupa devletinin sicili bu meselede temiz değildir.

Avrupa’nın insan hakları konusunda 20.asrın başlarına kadar devam eden ihlallerine ve bu tarihten sonraki çifte standarttaki tavrına karşılık, İslâm dünyasında, İslâm Medeniyetinin kuruluş ve gelişme safhasında, bambaşka bir anlayış ve icraat hakîm olmuştur. İslâmiyet, insan haklarının ayaklar altında çiğnendiği, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir toplumda ortaya çıkmıştı. Ancak gerek tanrı anlayışı gerekse insan ve toplum anlayışıyla yepyeni bir düzen kurmuş, insanın başka insanlar ve toplum karşısındaki yeri, hak ve vazifeleri hususunda ayrıntılı prensipler getirmiştir. Mesela, Antik Yunan da ve Roma’da köleler insan bile sayılmazken, feodal Avrupa’da kölelerin namus emniyetleri dahi bulunmazken, İslamiyet ‘asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, direnenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar’ (Bakara :177) derken ,başka bir ayetinde ‘ellerinizin altında bulunanlara (köle,cariye,hizmetçi vb)iyi davranın’ hükmünü verir (Nisa:36).Kaldı ki,kölelerin ve himayeye muhtaç diğer kimselerin korunmasıyla alâkalı hükümler bunlarla sınırlı olmayıp, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde bu yolda Müslümanlara borç yüklendiği gibi,İslâm Peygamberinin Veda Hutbesi’nde de ihmal edilmeyen meselelerden birisi gene budur. Peygamber, kadınlar, yetimler ve kölelerin müslümanlara birer emanet olduğu ve müslümanların ellerinin altındaki bu kişileri koruyup gözetmek borcu bulunduğunu ifade eder.

İslâm toplumlarındaki bu anlayış, Avrupa’da olduğu gibi sadece teorik seviyede kalıp hayata geçmemiş bir anlayış değildir. Ortaçağlarda Avrupa karanlıklar içinde yüzerken İslâm dünyasında ilim, kültür, sanat ve bilhassa da insan anlayışı bakımında yüksek bir medeniyet meydana getirilmiştir. Bu yüksek insanî seviye, yeniçağın en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da devam etmiştir. Mesela İlber Ortaylı’nın verdiği bilgiye göre; 1459 yılında Osmanlılar tarafından fethedilene kadar Sırbistan’da halkın devlet için angaryada çalışma mükellefiyeti haftada iki gün iken Fatih Kanunnamesi’nde bu mülkiyet yılda üç gündür. Demek ki, Sırbistan’la Osmanlı devleti arasında angarya hizmeti bakımından olan fark aşağı yukarı 35 kattır. Bu örnekleri diğer devletlerleri de bu mukayeseye dâhil ederek artırmak mümkündür. Yani, İslâm toplumlarının insan hakları meselesinde evvela dinlerinden sonrada tarihlerinden gelen müsamahakâr bir geçmişleri vardır. Ne var ki insan hakları meselesinde ortaçağlardaki bu müsamahakar, geniş hukuklu ve şefkatli tavrı bugün ki İslâm toplumlarında müşahede etmek biraz zordur. İslâm toplumlarının ta ortaçağlarda böyle yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmışken bugün neden yerlerde süründüğünün cevabı ve izahı ayrı bir konferans mevzuu teşkil edecek kadar derin ve uzundur. Ama bunun sebepleri bir tarafa, mevcut vakıa şudur: Ortaçağ İslâm Medeniyeti sukûta uğradıktan sonra, İslâm toplumları hiçbir şey, keşif ve icat etmemişlerdir. Hayatımızı kolaylaştıran ve hızlandıran ne varsa; otomobil, uçak, radyo, televizyon, telefon, bilgisayar, buzdolabı, çamaşır makinesi vs. gibi icatların hiçbirinin altında müslüman imzası yoktur. İlim ve kültür sahasındaki bu geri kalış ve kısırlık insani sahadaki, kısırlıkla ve geri kalmışlıkla at başı gitmiştir. İlim ve teknikte, hiçbir şey keşif ve icat etmeyen Müslümanlar, insani sahada canlı bombayı icat etmiştir! Bir militan üzerine bombalar bağlayıp, kendisiyle beraber onlarca müslümanı, ‘Allah rızası için’ öldürebilmektedir. Bugün cevabı bulunması gereken asıl sual şudur: İslâm dünyası bin küsür sene evvel o seviyedeyken, dünyaya ışık saçarken, bugün niye buradadır? Bugün petrol gibi bir zenginliğin üzerinde otururken hala hiçbir şey, keşif ve icat edememek bir tarafa, hiçbir teknoloji üretememenin sıkıntısını duymamaktadır bile. Çünkü ilerlemenin ve gelişmenin kaynağında evvela bir bunalım, bir eksiklik hissi vardır. Bu bunalımı yaşamayıp, bu eksikliği hissetmeyen toplumlarda bir gelişmenin ortaya çıkması da mümkün değildir.

Bizim tarihimiz açısından konuya bakacak olursak, manzara şudur: İnsanın en temel, en vazgeçilmez ve en dokunulmaz hakkı olan yaşama hakkına en fazla saygı gösteren toplum Türk toplumu olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin selefi sayılan Osmanlı Devleti’nde olsun, ondan evvelki Selçuklu Devleti’nde olsun, insanların dinine bakmaksızın yaşama hakkına saygı gösterilmiştir. Bunun yanında, onların (gayrimüslümlerin) mülkiyet haklarına da saygı gösterilmiştir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’ndan gayrimüslimler ticari faaliyet sayesinde zenginleşmişler, hatta zaman zaman devlete borç verir duruma gelmişlerdir. Gayrimüslimler böyle zenginleşirken, herhangi bir müsadere (el koyma) korkusu yaşamamışlardır. Gayrimüslimlere yönelik sınırlı kısıtlamalar vardı. Meselâ, yeni bir klise inşa etmek devletin iznine tabiydi. Bir gayrimüslimin binası müslümanın binasından yüksek olamazdı. Bir gayrimüslim şehirde at üzerinde gezemezdi vs. ama dönemin şartları göz önüne alındığında, bu sınırlamalar katı olarak görülmemelidir. Çünkü aynı dönemlerde başka ülkelerde farklı din mensupları, işkenceye maruz bırakılıyor veya öldürülüyorlardı. Mesela, İspanya’da Müslüman ve Yahudilere yapılan buydu.

Osmanlı’nın Tanzimat Fermanıyla başlayan ve daha sonra Islahat Fermanı, I. ve II. Meşrutiyet hareketleriyle devam eden eşitlik ve hürriyet yolundaki faaliyetleri esas olarak insan haklarıyla alakalı faaliyetler olmayıp, devleti kurtarmaya yönelik faaliyetlerdir. Çok milletli bir etnik yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğunun birlik ve bütün halinde tutmaya yönelikti. Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik cereyanının Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Türk olmayan tebaa arasında milli bir şuur uyandırmaması için düşünülmüş tedbirlerdi. Aslında Türk toplumunda tarihten gelen bir insan hakları problemi olmamıştır. Bunda toplumun Müslüman olmasının payı olduğu gibi, daima büyük devletler kurmuş ve büyük millet olmasının da rolü vardır. Esasen de insan haklarının toplumlarda problem haline gelmesi, daha çok toplumlarda kaos halinin yaşandığı emniyetsizlik, yoksulluk ve anarşinin hakim olduğu dönemlerde söz konusu olur. Dolayısıyla da Türklerde insan hakları standardı tarih boyunca diğer toplumlardan hep yüksek olmuştur. Mesela Osmanlı İmparatoluğu’nda, öksüz çocukların okutulmasına yönelik vakıflar olduğu gibi, kuşların beslenmesine yönelik vakıflar bile vardı.

Bugüne gelecek olursak, Türkiye birçok hakkı Batılılardan çok daha önce insanına tanımıştır. Mesela Türkiye kadınlara seçme ve seçilme hakkını Batı Avrupa ülkelerinden daha evvel tanımıştır(Türkiye 1934). Yine Batı Avrupa ülkelerinde 20.asrın başlarına kadar seçmenlik hakkı kazanabilmek, yani oy kullanabilmek için belli bir vergi vermek, yani belli bir gelire sahip olmak şartı arandığı halde Türkiye, cumhuriyete geçtiği andan itibaren vatandaşlarına bu hakkı hiçbir ayrım gözetmeksizin vermiştir.

Tabi ki, Türkiye insan hakları konusunda tamamen problemsiz bir ülke değildir. Ancak, bu meselede gittikçe düzelme gösterdiği de gerçektir. Türkiye’nin bu meseledeki eksiklikleri daha ziyade içinde bulunduğu şartlardan ve dış konjonktürden kaynaklanmaktadır. Jeopolitik konumu dolayısıyla Türkiye her zaman başka ülkelerin çeşitli menfaat hesaplarının objesi olmuş ve dış kaynaklı suni problemlerle uğraştırılmıştır. 1980’den önceki sağ-sol çatışmaları bittikten sonra da Türk-Kürt, laik- anti laik, alevi-sünnî çatışmaları gibi gailelerle toplum bölünmeye ve devlet yıpratılmaya çalışılmıştır. Bir taraftan kalkınıp zenginleşmeye çalışılırken, diğer taraftan da böyle suni ama ciddi problemlerle uğraşmak devleti her zaman dikkatli, uyanık kalmaya sevketmiş, tabi ki zaman zaman da şüpheci yapmıştır. Dolayısıyla devletlerin insan hakları mevzuunda müsamahakâr olup olmamalarına tesir eden dahilî şartların ehemmiyeti Türkiye içinde geçerlidir. İç problemlerini çözmüş bir Türkiye insan hakları sahasında da daha itidalli, daha soğukkanlı davranabilecektir.